FLAŞ HABER:
Ana Sayfa Gündem 30 Haziran 2020 607 Görüntüleme

TOROSLARDA BİR GÜNCE KAYRAK – GÜLNAR

Sabahleyin 05.00′ te bir horoz sesi ile uyandım. Emmimgilin Kayrak’ta bulunan çiftlik evindeyim. Üzüm topladık, sepetlere kondu. Karşı tarafta Emmim, öküzler ile çift sürüyor.
Ona hazırlanan azığı götürdük. Taşlık, patika yol. Yol kenarlarında meşe ağaçları, çam ağaçları sıra sıra dizilmişler. Hele kaba pelitler. Kimileri büyümüş, kimileri keçilerden kendilerini korumak için kayalıklara yaslanmış. Az ilerde kurumuş meşe kütükler var. Birinin içi yanmış, kül yapmışlar. Kül ile çamaşır yıkayacaklar. Yarı parçalanmış. Sanki üzgün üzgün bana bakıyor.
Gökyüzü açık, hiç bulut kalmamış. Bir bakıyoruz, uçağın birisi alçaktan, dumanlarını savura savura Akdeniz’den Konya’ya doğru gidiyor. Gürültüden keçiler ürküp, kaçıyorlar. Çoban dağılan keçileri ıslık çalarak toplamaya çalışıyor.
Yolda Nuru köyünden Şefik Emmi ile söyleşi kuruyorum:
Sakızlıklara aşı yaptığını, zeytinlerin bu yıl ürünün az olduğunu, söylüyor.
“Ah bir sulayabilsek, zeytin olacak emme…” diyor, kalkıyor yerden, heybesini omzuna atıp, aşağıda Bayamlı’ya doğru yola çıkıyor.
Az ilerde dalıyorum. Ayağım burkuluyor. Yarı topallayarak çift sürülen tarlaya ulaşıyorum. Emmim’e azığını verip, sohbet ediyoruz:
“Okuyun, okuyun. Benim okumamı öğretmenim çok istemişti. Okulun en çalışkan öğrencisi idim. Beni köy enstitüsüne gönderecekti. Babam Ali Çavuş ben uzaklara çocuğumu gönderemem, deyip kesip attı. Belki babam ikna olur, diye bir yıl daha okulda kaldım. Hem biliyor musun? Ben öğretmen olmadığı zaman sınıfta ders anlatıyordum. Ah Babam, ah Bahri Hoca… nur içinde yatsın. Bakın sizin babanız sizi okutmak için köyünü terketti. O kıyamadığı evini, tarlaları sattı gitti. Onun kıymetini bilin. Okuyun çocuklar okuyun.”
Başımı sallıyorum, onu onaylıyorum. Onu tarlanın başında öküzleri ile baş başa bırakarak ayrılıyorum.
Meşeler bitiyor, andız, ardıç ağaçları başlıyor. Yukarı çıktıkça yüzümden terler akmaya başlıyor. Yoldan yürümek zorlaşıyor. Yanlamasına, yokuşu bölerek yoluma devam ediyorum. Elime bir pıynar sopası alıyorum. Onun ile yokuş yukarı çıkmak biraz daha kolaylaşıyor. Etrafı kekik, acı yavşan kokusu sarıyor. Karşı dağlardan Sertavul tarafından serin bir yel esiyor. Gelen bu serin orman havası yorgunluğumu azaltıyor.
Yol bitiyor, kayalıklara tırmana tırmana çıkıyorum. Sonra karşıma yıkık bir ev çıkıveriyor. Ocakta ateş yana yana kapkara olmuş. Yarı yıkılmış bir yayla sayvantı. Kuru duvar ile örülmüş. Üzerinde tahta bir çatı, yarısı katran dalları ile kaplanmış bir çardak; bütün güzelliği ile karşımda duruyor. Kayalıkların arasında bir bahçe kurulmuş. Karpuz, kelek, mısır ekilmiş. Ağıl içinde bir sarnıç var. Başında ucunda ipi olan bir kova duruyor. Kuyudan su çekip, içiyorum. Buz gibi içime bir güzellik katıyor. Hafif başım döner gibi oluyorum. Yere oturuyorum. İçmeden sarhoş mu oldum ne?
O da ne? Karşımda az ilerde, katran ormanı başlıyor. Orta boy katran ağacının başından birkaç kozak koparıyorum. Üç kozalak bir birine karışmış. Sanki üçüzler gibi duruyor. Baka kalıyorum. Bir adet daha kozak koparıyorum. Elimde ovalıyorum. Sakız kokusu yayılıyor. Elim yapış yapış oluyor. Toprakla elimi ovalayarak sakızdan kurtulmak istiyorum.
Tekrar tırmana tırmana daha yüksek kayalıklara çıkıyorum. Aşağılarda Göksu vadisi uzanıyor. Karşıda Toros Dağları bulutların altında bütün heybeti ile uzanıp gidiyor. Vadiden çıkan sisler yukarıda kayboluyor. Karacaoğlan Karakız tepeleri, Yüğlük Dağları ve yana doğru kayınca SERTAVUL Yaylası sıra dağları, Göksu vadisini ortadan bölen Mağaras Dağı.
Kendimi sıklaşan iledin, katran ormanın içinde kaybolmuş gibi hissediyorum. Yalçın kayalıkların arasında ağaçlar bir birlerine iyice sarılmışlar. Yağmur yağsa, aşağılara su sızmaz. Doğal şemsiyeler yüzüme gülüyor.
Rüzgarın esintisi çoğalıyor. Ağaçlarından bir senfoni geliyor. Dallar bir birine vurdukça ıslık sesleri duyar gibi oluyorum. Aşağıda Kayrak köyü. Evler küçük, küçük kalmış. Yarı belirsiz, birkaç tarlada çift süren köylüler var.
Bir ağacı gözüme kestirip yukarı tırmanıyorum. Kozaklardan koparıp aşağı atıyorum. Üzerimde durduğum dallar sallanmaya başlıyor. Yarı korku içinde, ağaca yapışa yapışa aşağı iniyorum. Üzerim yapış yapış sakız oluyor. Bir koku yayılıyor. Ciğerlerime, beynime giren kokular beni başka dünyalara götürüyor. Üzerime yapışan sakızdan bir parçasını alıp ağzıma atıyorum. Kokuyu içimde, vücudumun her bir köşesinde, damarlarımda hissediyorum. Sanki ölümsüzlüğe erişmiş gibi oluyorum. Dudaklarım yapış yapış, sanki bir güzel öpmeye devam ediyor. Dudaklarım bir birine kitlenmiş gibi, o sıra bir susuzluk başlıyor. Kozakları yanımda getirdiğim fileye doldurup; radyomu, yanımda getirdiğim Orhan Kemal’in KANLI TOPRAKLAR kitabını koyuyorum. Aşağılara doğru hızla inmeye başlıyorum. Yolda bir çardak ve önünde sarnıç var.
“Teyze su içilir mi?”
“Kuyuya kertenkele düştü, içilmez” diyor. Önce anlamıyorum sonra tekrar edince, koşarcasına yürümeye devam ediyorum. İçim adeta kavruluyor. İlerlemem zorlaşıyor. Gidiş daha heyecanlı idi. Kayalıkar, iniş artık bitiyor. Artık düzlükte yürüyorum.
Elimdeki file iyice ağırlaşıyor. Susuzluk iyice içimi yakıyor. Kollarım yoruldu. Ama içinde günün anlamı ile dolu hazinem var. Yeni sürülmüş tarlayı yürüyerek geçiyorum. Bir toprak kokusu geliyor. Kırmızı orman toprağı. Yeşilden sonra kırmızı , gözlerimin aynası değişiyor. Yer yer taşlıklar var. Taştan kuru duvar örülmüş bir sayvanta geliyorum. Önünde su kuyusunu görünce sevincimden coşuyorum. Kuyudan su çekip, kana kana içiyorum. Elimi su ile yıkamak istiyorum. Ama olmuyor. Elimi toprağa sürüyorum. Bu kez elimi yıkayabildim. Yere oturuyorum. Evin bacasından tüten dumanı görüyorum. Bu kez acıktığımı hissediyorum.
Burada düzlükler var. Traktör ile çift sürüyorlar. Az ilerde bir yan yatmış bir kara saban görüyorum. Traktör gelince pabucu dama atılmış. Traktör yoluna sapıyorum. Yürümek daha kolaylaştı. Yörük çadırları var. Önlerine meşe dalından talfar yapmışlar. Yan tarafta ağaçların altına birisi oğlak diğer ana keçiler için olmak üzere iki ağıl yapmışlar. Ağılda keçiler yan gelip yatmışlar, geviş getiriyorlar.
Çocuklar tahterevalli yapmışlar, döndükçe gacır gucur sesler geliyor. Çocuğun birisi dönerken savruldu az öteye düştü. Kalktı üzerini çırptı, yine tahterevalliye doğru gitti. Çocuğun birisi meşe ağacına salıngaç kurmuş, salınıyor.
Emmimgilin ortağı Kayraklı Memet Ali’nin bağına giriyorum. Mora çalan üzümü koparıp yiyorum. Eve geliyorum. Evde kimse yok. Açkıyı bulup, kapıyı açıyorum. Gaz yağını bulup, elimi güzelce yıkıyorum. Sakızlar geçiyor. Tahta fıçıdan bir su daha içiyorum.
Evden ayrılıyorum. Az yürüyünce Gülnar- Silifke yoluna ulaşıyorum. Arabalar gelip geçiyor. Cebimde 100 kuruş var. Araca binersem 250 kuruş alacaklar. Bende yaya olarak yola devam ediyorum. Çoğa alanından Gökbelen’e doğru koştura koştura gidiyorum.
Akşam gün batarken, eve geliyorum. Fileden kozakları çıkarıp evin yüzüne asıyorum. Radyo da bir şarkı var: “O AĞACIN ALTINI ŞİMDİ ARIYOR MUSUN?”
14 EYLÜL 1974 / 20.6.2007 SESİMİZ – SİLİFKE GAZETESİ.

Tema Tasarım | Osgaka.com