FLAŞ HABER:
Ana Sayfa Gündem 8 Eylül 2020 424 Görüntüleme

ODALARI DEĞİL RUHLARIMIZI AYIRIYORUZ

Bebeklik dünyaya seni neyin beklediğini, kimlerle karşılaşacağını bilmeden kocaman bir boşluğa düşmektir aslında. Bilmiyor tabi kendisini dünyaya girişte ANNE denilen kanatsız bir melek bekliyor, onu heyecanla kucaklamak, doyasıya koklamak için ve tüm ihtiyaçlarını gidermek için.
Eğer şanslı bir bebek olarak gönderildiyse dünyaya zaten anne karnındayken bile hisseder bunu ve az çok tahmin eder ne ile karşılaşacağını. Anne karnındayken sevilen ve istenilen bir bebeğin dünyaya dair önsezileri daha olumludur muhtemelen. Çünkü bebekler anne karnındayken anne başta olmak üzere dış ortamdaki tepkilerden, seslerden, annenin beslenmesinden direkt etkilenirler.
Olumlu tepkilerle/olaylarla anne karnındaki gelişimini tamamlayıp dünya üzerindeki serüvenine başlayan bebeğin elbette güvenebileceği ve bağlanabileceği ilk kişi annesidir. Bebeklerin anneyle olan ve aynı zamanda tüm hayatını etkileyecek olan güvenli bağlanma işleminin en kritik ve önemli zaman dilimi de 2 yaşına kadar olan süredir. Bu süre içerisinde bebeğin her ağladığında anne tarafından kucaklanması, mümkünse emzirilmesi çok önemlidir. Aslında burada esas ince ayrıntı bebeğin annesi ile ten teması kurarak annesinin kokusuyla bu zamanı geçirmesidir. Bu nedenle bebek iki yaşına kadar annenin yanında uyumalıdır. Yatağının bir kenarı arada hiçbir şey olmadan annenin yatağına bitişik olmalı, her uyandığında annesini yanında hissetmelidir. Aksi takdirde bu kocaman bilinmezlik dünyasında tek başına çaresiz yapayalnız kalır da kimseciklere derdini anlatamaz yavrucak. Ruhunda oluşan bu eksiklik kendisiyle beraber büyür ve bağlanamamanın verdiği koca bir boşluk olur. Mutsuz olur, hırçın olur, kaygılı olur, özgüvensiz olur, saldırgan olur, doyumsuz olur ve her zaman güvenecek bir liman arar durur.
Genelde annelerde bebekleriyle birlikte yatma eğilimi gösterirler ancak, bazen elde olmayan sebeplerle ya da doğru bilinen yanlışlarla bebeklerini büyütmeye çalışırlar. Özellikle bebek ve annenin kesinlikle ayrılmaması gereken ilk 6 aylık sürede özellikle de çalışan anneler maalesef işe dönmek zorunda kalıyor. Burada aslında çok ciddi bir hükümet politikasına ihtiyaç var ve çalışan annelerin bırakın 6 ayı,ilk 2 yılı çocuğuyla geçirmesi şarttır. Zaten bebeklerin 6. aydan itibaren ayrı odalarda yatmaları gerektiği söylemi de buradan doğmuştur. Çalışan annelerin erkenden işe dönmesi ve iş kaybının en aza inmesi için sanayi toplumlarında öne sürülen durumdan başka bir şey değildir.
Ancak son yıllarda kulaktan dolma ya da sosyal medyadan edinilen doğruluktan uzak bu bilgiler; bebeklerin 6. aydan itibaren ayrı odada yatması gerektiği, aksi takdirde özgüvensiz ve anneye bağımlı olacağı, annelerin aklını karıştırmış olmalı ki bebekler daha 6 aylıkken odaları ayrılıyor. Çok güzel yataklar, dolaplar, oyuncaklarla donatılmış müthiş albenili süslü püslü odalar hazırlanıyor; yetmezmiş gibi eve gelenlere, eşe dosta da övünülerek sergileniyor bu oda. Ve anneler kendilerince çok iyi ve modern bir anneliğin ilk adımını atmanın verdiği hazla başlıyorlar bu durumu etraftaki anne adaylarına da nasihat etmeye; bebeğin odasını erken yaşta ayırmak gerekiyormuş, o zaman daha özgüvenli oluyormuş, ben ayırdım bebeğin odasını, valla çok da iyi oldu ağlayınca gidip doyurup altını değiştiriyorum uyuyor bende yatağıma geliyorum… Yahu bir durun, durun orada… Bu minicik yavrunun ne işi olur bu odayla? Ona sen lazımsın. Sen annesi! Senin kokuna ihtiyacı var bu bebeğin, ne yapsın o süslü odayı, yumuşacık sesine hasret, geceleri uyanınca yanında en güvendiğini görmeye ihtiyacı var. Başını çevirdiğinde burnuna senin kokun gelmeli, ellerin kolların sarmalı onu gece gündüz farketmez hep yanında olmalı bu bebek senin.
Araştırmalarda gösteriyor ki; Bir insanın tüm yaşamının barındırdığı tüm olumlu ve olumsuz duygular aslında 0-2 yaştaki anneyle olan güvenli bağlanmayla ilişkilidir.
Öz güven demişken biraz da bu konuyu açmak isterim: Vakti zamanında bir kız öğrencim, gözlemliyorum hareketlerini dikkatimi çekti çünkü. Yaşıtları, büyükleri hiç kimse farketmiyor ağzına geldiği gibi konuşuyor ve saygıdan çok uzak. Ailesi de onun bu davranışını şöyle açıklıyor: Özgüveni çok yüksek lafını esirgemez, kendini ezdirmez herkese cevabını verir.
Yok ama bu değildir özgüven, bu olsa olsa şımarıklıktır. Çünkü özgüven her şeyi konuşmak değildir, özgüven saygı sınırlarını aşmak değildir, özgüven kendini ezdirmemek adına başkalarına haksızlık yapmak hiç değildir. Peki nedir bu özgüven?
Özgüven; kişinin kendine güvenmesi, kendini tanıması, kendine inanması ve öz saygı çerçevesinde inançlarına ve hayat felsefesine göre hareket etme cesareti göstermesidir. Özgüven, bireyin kendisine yönelik iyi, olumlu duygular geliştirmesi sonucu kendini iyi hissetmesidir.
Çocukların veya insanların her istediğini yapması, saygı unsurlarını göz ardı ederek davranması, kendini aşırı güzel/başarılı/çalışkan/iyi vb. şekilde göstermesi de özgüven değil egosal tutumlardır karıştırmayalım. Bebeklikte temelleri atılan ve sevilme duygusuyla beslenerek gelişen özgüven yaşamla birlikte artar veya azalabilir ama sağlıklı oluşabilmesi için özünde 0-2 yaş kilit noktasıdır.
Özgüven çok önemli evet ama sonradan da bir takım desteklerle ve yöntemlerle kısmen de olsa kazanılabilir. Biz gelgelelim esas çok önemli başka bir probleme… Dedik ya odaları ayırıyoruz bebekler daha anne kokusuna doymadan, aslında bir bakıma bu ayrılık aslında ebeveynlerle çocukların ruhlarını da ayırıyor. Bakıyorum etrafıma aile içinde anne-baba ve çocuklar, kardeşler sürekli bir çatışma halinde ve herkeste bir “BEN” – “BENİM” egosu almış başını gidiyor. Aile demek biz olabilmek demek değil midir? Ailemiz az ise azımızı, çok ise çoğumuzu, derdimizi, sıkıntımızı, sevincimizi, mutluluklarımızı; her şeyimizi hep birlikte paylaştığımız yer değil miydi? Şimdiki ailelere bakın biz yok, iletişim yok, anne-babanın hiçbir şekilde çocuklarına sözü geçmiyor adeta çocukların esiri olmuş durumdalar. Bir yerlerde bir eksiklik var ve bu eksikliği anne babalar kendilerinden ödün vererek gidermeye çalışıyor. Zamanında daha bebekken gönderildikleri odalarına adeta hapsolmuşlar. Sadece yemek yerken bir araya gelmişler aile bireyleri. Sözüm ona bir çoğu ders çalışmak adına kapanmışlar odalarına ve kopmuşlar aileden. Kimisi bilgisayar başında kimisi telefon başında sosyal ortamlarda arıyorlar o adını koyamadıkları eksikliği. Oysa aile olabilmek bu değildir kesinlikle.
Çocuklar tabiki ders çalışsın, tabiki belirli bir yaşa geldiklerinde ayrı odaları olsun, tabiki sosyal medyayı da kullansın amma bunun yanısıra anne babaya ev işlerinde yardım etsin, ev içinde sorumluluklar alsın, ailede mutlaka kurallar olsun ve bu kurallar duruma göre değişmeden tutarlı bir şekilde işlesin. Çocuğunuza çok ısrar ettiğinde ya da ağladığında EVET diyeceğiniz durumlarda baştan hiç uğraştırmadan EVET deyin ki çocuğunuzla aranızdaki zaten zayıf olan eksik bağ daha fazla zedelenmesin ve çocuklar bu yöntemi sürekli denemesin. Eğer ki HAYIR demişseniz bu cevabınız değişmeden kalsın ki tutarlı ve kararlığınızla çocuğunuza daha doğru model olun ya da anne EVET baba HAYIR demeyin, ikiniz ortak karar verin ve sonuna kadar kararlarınızın arkasında durun. Aksi takdirde büyüdüklerinde çocuklarınızın ve üzerinde olumsuz bir etki bırakırsınız ve onların kararsız ve tutarsız yetişkinler olmasına sebep olursunuz. Üstüne üstlük sürekli onların isteklerinin mahkumu olursunuz.
Çocuğumuz onlar en kıymetlilerimiz, tabiki isteklerini önemseyip ihtiyaçlarını elimizden geldiğince karşılayacağız. Fakat her istediklerini yaparak aslında çocuklarımıza en büyük zararı da bizler veriyoruz da farkında değiliz. Söyledik ya aile olabilmek her durumda bir olabilmek diye… Çocuklarımız bizimle bazen yoklukları da öğrenmeli, her zaman isteklerinin olamayacağını da öğrenmeli, zorluklarla mücadeleyi bizim gözetimimizde öğrenmeli ki dış dünyaya çıktığında güçlü olsun, problem çözebilme konusunda yeterli olsun, kendi başının çaresine bakmayı öğrensin.
Garantimiz var mı ömrünün sonuna kadar çocuğumuza kol kanat gerebilmenin? Yok, öyleyse bırakın sizin yanınızdayken öğrensin hayat mücadelesini. Her zaman isteklerine hele ki olması zor olan ya da sizi her şekilde zorlayacak olan isteklerine tamam demek onu sadece daha fazlasını istemeye yöneltir, tatminsizliği öğretir, sadece maddesel hazlara yönelir ve asla mutlu olmaz. Bir bakmışsınız ne yapsanız da mutsuz ve mutlaka başka isteklerle karşınıza çıkar olmuş vaziyette bulursunuz evladınızı. Oysaki adını koyamadığımız o eksiklik var ya; ruhundaki o tamamlanmamış “güvenli bağlanma” eksikliğidir bunun adı; sevilme, kendini değerli hissetme, her koşulda yanında en sevdiklerini gözlerinin içine merhametle bakarken bulabilme ihtiyacıdır bu. Siz çocuğunuzun ruhunu doyurun, gözü zaten doyar. Sevginizi, hoşgörünüzü bir tatsın, gözlerine bakarak sadece duygularınızı dile getirin suçlamadan, kırıp dökmeden, işte o zaman dizlerinizin dibinden ayrılmak bile istemez.
Ruhundaki o gediği tamamlayın bakın BEN sözcüğü nasıl uçup gitmiş hanenizden de yerine BİZ gelip oturuvermiş başköşeye.
Herkesin odası ayrı olsun, herkesin kendine ait bir köşesi olsun amma ailede herkesin ruhları bir olsun biz olsun.
Evlatlarınızın ruhunu doyurup ayrı odalarda aynı duygularla yüreklerimizin çarpması en büyük ihtiyacımız ve aile olabilmenin BİZ kalabilmenin gizli ve tek şifresidir.
Evlat kokusu cennet kokusudur, anne kokusu ruhun doyurucusudur. Herkesin doya doya bu güzel kokuları içine çekebilmesi dileğiyle…

Tema Tasarım | Osgaka.com