FLAŞ HABER:
Ana Sayfa Gündem 9 Haziran 2020 1581 Görüntüleme

ROMANYA -MOLDOVA- GAGAVUZYA DİYARLARINDA

KORONA ÖNCESİ ÖZGÜR GÜNLERDEN

Romanya –Moldova-Gagavuzya gezimiz için hazır olduğumuzu düşündüğümüz sırada terslikler Gaziantep’te evden Havaş otobüsüne binmek için gece saat iki gibi hava alanına doğru yola koyulduğumuzda ki aksilikle başladı.

Havaş durağında bayağı bekledikten sonra gelen Havaş servis otobüsüne bindik, ilginç ama otobüste bizden başka kimse yoktu.. biraz gittikten sonra şoför bize,

—Erbil uçağına daha vakit var siz niye erken gidiyorsunuz? diye sordu

—Ne demek istiyorsunuz?

—Bu Erbil uçağı servisi… dedi

Hay Allah!! Üzerinde Erbil uçağı servisi yazmıyordu sadece Havaş yazıyordu..

—Pekiii !!! İstanbul için olan Havaş servisi ne zaman gelecek? diye sorduk..    Şirkete telefon etti ve

—45 dakika sonra sizin servisiniz gelecekmiş dedi..

Bu arada bunlar konuşulurken bayağı bir yol almış olduk. Telefon konuşmasını bitirince bizi güzergahtaki ıssız yolda, bir köprü altında bulunan kavşakta, İstanbul servis otobüsü gelinceye kadar, arabanın içinde yarım saat bekletti. İstanbul için olan Havaş otobüsü gelince biz ona geçtik.

Hayli tantanalı geçen bu süreden sonra havaalanına geldik ama uçağımız Gaziantep’ten bayağı gecikmeli kalktı. Rahat bir yolculuk yaptıktan sonra pilotumuz, harika şehir İstanbul’un semalarında hayli bir zaman zorunlu dolaşarak bizlere, güneşin muhteşem doğuşunu ve doyumsuz manzarasını uzun uzun seyrettirip, yine oldukça rötarlı olarak Atatürk Havaalanına indirdi…

Atatürk Havaalanında, Romanya uçağı saatinin gelmesini beklerken biraz dinlendik.. Vakit geldiğinde uçağa doğru giderken, daha önce ki seyahatlerimiz de tanıştığımız kongre arkadaşlarımızla tekrar buluşmanın keyfiyle, kısa bir süre sevgi dolu muhabbetler ettik, sonrada Köstence’ye gideceğimiz Varna uçağına hep beraber yine gecikmeli olarak bindik.

Rüzgar güllerinin çok olduğu Varna ‘ya uçak, rüzgardan dolayı büyük dalgalanmalarla indi..  Yere inerken pilot biz Köstence yolcularını kastederek “Köstence yolcuları uçakta kalsınlar, yerlerinden kalkmasınlar. Varna’da inecek yolculardan herkes biletlerini çıkarsın, hostesler kontrol edecekler, burada 15 dakika mola veriyoruz” diye anons yaptı.. adeta şaka gibiydi. Sanki mübarek uçak, köy otobüsüydü. Şimdiye kadar hiç rastlamadığımız bir durumdu. İnenler indi. Biz uçakta otururken bir yanlışlık olmasın diye el bagajlarımız ..koltuk numaralarımız kontrol edildi…. Durumun komikliğine istinaden uçaktaki  yolcular tarafından ” hadiiii!! Sultanahmet bir ikiii!!! kalkıyorrr !!!” tarzında yapılan espriler havalarda uçuştu, kahkahalarımız uçağı çınlattı…..ilginçti..güler misin? ağlar mısın?…. Varna’ya az uçuş oluyormuş o nedenle böyle yapıyorlarmış örneğin bundan bir önce ki uçuşta dört kişi varmış, sefer iptal edilmiş böyle talep az olunca seferler iptal edilebiliyormuş.…  Uçakta beklediğimiz süre içinde elektronik aletleri açmamıza müsaade etmediler. Kemerlerimizi çözmeden, sadece müzik dinleyerek, sohbet edip oturduk. Düpedüz ihtiyaç molası verip, 15 dakika kadar uçağın içinde bekletildik. Nihayet pilotun” 35 dakika sonra Köstence‘de” olacağız diyen anonsuyla Köstence’ye hareket ettik. Normalde toplamda havayolu ile İstanbul – Köstence arası 45- 50 dakikalık uçuş, gecikmeli şekilde olunca Köstence’ye indiğimiz zaman saat öğlen iki buçuk oldu.. Gece ikiden beri yollardaydık ve çok yorgunduk, hoş ve küçük bir havaalanı olan Köstence’ye nihayet inebildik.. Tantanalı başlayan yolculuğumuz böylelikle şimdilik sona ermiş oldu.

Köstence havaalanına inerken ilk gördüğüm, havaalanının çevresindeki tarlalarda rulo şeklinde, değişik yapılmış saman balyaları oldu.. Bulunduğumuz yer dümdüz bir ovadaydı. Mısır ve ayçiçeği ekilmiş tarlalar çoğunluktaydı..

Köstence; Romanya’nın güney doğusundaki Dobruca bölgesinde. Zengin –köklü geçmişi M.Ö. 6 yüzyıla kadar uzanan, çok eski tarihi bir şehir. Dobruca’nın da içinde bulunduğu Romanya toprakları Hunlar, Kıpçaklar, Kumanlar, Tatarlar, Slavlar, Bulgarlar, Ruslar ve Oğuz Türkleri tarafından yönetilmiş.  Bölge Osmanlı yönetimine 16. Yy da geçmiş ve daha sonra 93 harbi de denilen (1877-1878 yılları arasındaki) Osmanlı- Rus savaşından sonra imzalanan Berlin antlaşmasıyla Osmanlı’nın elinden çıkmış. Köstence adı Osmanlı’dan kalma.  Köstence şehrinin önemi zaman zaman azalsa da konumundan dolayı özelliğini günümüze kadar korumuş. Liman ve demiryollarıyla daima önemli bir şehir olmuş. Romanya’nın başkentinden sonra ikinci büyük şehri…

Şehirdeki eski binalar Ruslardan kalma, yatay görünüşlüler, balkonları da oldukça küçük . Balkonlar rüzgarın çok olması nedeniyle genellikle, çeşitli değişik malzemelerle kapatılmış.. Muhteşem tarihi eserleri olan bunları iyi koruyan bir şehir, bu eserlerin bazıları yaşanan savaş ve istilalar zamanlarında her ne kadar tahrip edilseler de hala pek çok tarihi bina mevcut. Camiler, Kiliseler, Katedraller, Tarih ve Arkoloji Müzesi, Halk sanatları müzesi, sanat müzesi… Heykelleri, mozaikleri, alışveriş merkezleri, akvaryumu, gezilecek yerleri…

Grek-Romen  mimari tarzı ile 1883-1885 yılları arasında yapılan St.Peter&Paul Ortadoks katadatreli  ile 8 metre yüksekliğinde olan 1860 yılında yapılan  tarihi Ceneviz  Deniz feneri ve Deniz kıyısında 1910 inşa edilen  kumar oynanan yerlerden birisi olan tarihi Casino binası  gösterişli  yapılarındandı. Bu tarihi yapılar ile diğer ibadethaneler çok güzel ve ihtişamlılar ve şehrin sembolü gibiler.

Bunlardan biriside I. Mahmut’un emriyle 1730 yılında Mehmet Paşa tarafından inşa ettirilen Mahmudiye Camisi. Kısmen yıkılmasından dolayı 1910 yılında Kral I. Carol’un talimatlarıyla  yenilenen, mihrabı aynen korunmuş olan ve bu tarihten itibaren de Kral Cami olarak bilinen camidir. Osmanlı sultanı Abdulhamit tarafından hediye edilen Hereke‘de dokunan, Avrupa’nın en büyük, tek parça 144 metre karelik, 483 kg ağırlığındaki muhteşem halısının bulunduğu, 140 basamaklı merdiveni ve 35 metre yükseklikte minaresi olan, restorasyon geçirmiş bir cami. Caminin önünde taştan yapılmış, oldukça büyük bir Kuranı Kerim kitabesi bulunuyordu.  Minaresine çıkılıp bakıldığında, Köstence ve limanın tüm muhteşemliği gözler önünde serili.  Halihazırda caminin Türkistanlı imamı Müslümanların manevi lideri konumunda. Müezzinin minaredeki 140 merdiveni beş vakit ezanda inip çıktığı bu daracık minareye bizde çıktık. Şahane liman manzarasını gördüğümüzde, çıktığımıza değmesine fazlasıyla değdi ama o daracık merdivenleri bir sefer çıkıp- inmeyle bile nasıl yorulduk anlatamam. 

Diğeri ise 1868-1869 yılında Sultan Abdülaziz’in emriyle şehirde yaşayan Türkler için inşa edilmiş, girişinde Abdüllazz’in turası da bulunan Hünkar Cami. Aziziye Cami olarak da biliniyor.  Cami bugün hala tarihi ibadethane olarak işlev görüyor.

Köstence ülkemize hava yoluyla 45- 50 dakika uzaklıkta olup, Karadeniz’e kıyısı ve çok önemli plajları olan bir tatil kenti. Sahiller ve plajlar çok uzun, çok geniş, kumu pırıl pırıl tertemiz ve çok güzel. Plajlar otellere ait değil, halka açık şekilde. Deniz turizmi çok gelişmiş ve önemli.  Biri şehrin içindeki Mamaia diğeri ise şehrin biraz dışında Mangalia isimli iki geniş ve büyük sahili var. Akşam şehrin içindeki sahilde yürüyüş yaptık. Sahilin yol tarafında çeşitli hediyelik eşya ve yiyecek satan pek çok dükkan ile müzikli eğlence yerleri vardı. Otel  ve hizmet sektörü gelişmiş. Yazın şehrin nüfusu üç- dört katı artıyormuş. Tuna deltası şehrin kuzey batısında ve buraya 78 km uzakta. Avrupa’nın dördüncü, Karadeniz kıyısının ise en büyük ve önemli limanına sahip şehri. Köstence’de hatırı sayılır Türk –Tatar azınlığı var. Türkçe konuşan bir kesim bulunuyor. Önceden petrol varmış ama şimdi yok. Eskiden kumar oynanan gazinolar çokça bulunuyormuş, günümüzde hepsi kapatılmış, onlarda turizme yönelmişler. Güzel tarihi ve turistik bir şehir.. Madensuyu kaynakları olan bir bölge. Demiryolları ve yollar çok gelişmiş. Yollar çok geniş yeşil ve genelde en az altı şeritli.. Görünen o ki insana saygı esas.

Romanya, Avrupa Birliği üyesi bir ülke. Başkenti ekonomik, sanatsal ve bilimsel yönden en gelişmiş, Ankara’nında kardeş şehri olan Bükreş’tir. Romanya’nın geçmişinde Romenler ve Kırım yarım adasının Rusların eline geçmesinden sonra Tatar Türkleri de yerleşmişler. Birçok Türk   boyu bu bölgeye 4-5 yy dan itibaren gelmişler. Romanya da 50 bin civarında Müslüman Türk’ün yaşadığı sanılıyor. Halkı Slav ırkının yanı sıra fiziksel özellikler bakımından bizlerle bayağı benzerlik gösteriyor. Kıyılarda Akdeniz, içeri kısımlarda karasal iklim özellikleri ile dört mevsim yaşanıyor. Hizmet sektörü genelde iyi.. Kadın çalışanlar çoğunlukta, orta yaş ve üstü…Giyimlerinde stil olarak özel bir fark yok. Para birimleri “Rumen Leyi” bizim bir liradan altı kuruş fazla gibiydi, hemen hemen bizim paramızla aynıydı. Bir iki defa gördüğüm kadarıyla, kadınlar mutfak tüplerini el arabasında kendileri taşıyordu.

Köstence şehrini, o muhteşem tarihi binalarını, huzurlu sahilini, uzun uzun gezdik. Sabahta bayağı gezdikten sonra yola çıktık. Kara yolu ile daha küçük bir yerleşim yeri olan Galati‘ye gitmek için önce otobüsle Tuna kıyısına kadar gittik, oradan da arabalı vapurda otobüsümüzle Galati’yaya geçtik.  Vapurda tamda yerinde ve büyük bir coşkuyla “Tuna nehri Akmam Diyor, Kenarımı Yıkmam Diyor, Ünü Büyük Osman Paşa, Ben yerimden Çıkmam Diyor” marşını hep beraber, coşkuyla söyleyerek karşıya geçtik.

Romanya’nın doğusunda bulunan Tuna nehri boyunca yerleşmiş olan Galati, tersanesi ve çelik fabrikası ile ekonomik geliri iyi olan bir liman kasabası. Romanya’nın 8.büyük şehri. İklimi Karasal iklim ağırlıklı.  Tarihi geçmişi ve tarihi yapıları,Katedrali,manastırı, müzeleri olan, yeşil ve güzel bir şehir, Galati’de bir gece kaldık.

Galati’ya dan sonra Romanya’nın Dobruca bölgesine Babadağ’a geçtik. Babadağ’da Türklerin de bulunduğu bir liman şehri olan Tulça ilinde bulunan Osmanlı’dan yüzyıllar önce 13.y.y.da Babadağ’a gelen Hoca Ahmet Yesevi’nin talebelerinden, Balkanların İslamlaşmasında emeği geçen gönül erenlerinden, Sarı Saltuk hazretlerinin türbesini ziyaret ettik.

Yol, türbeye kadar 3-4 km derin yeşiller içindeydi. Romanlar’ın çoğunlukta olduğu Sarı Saltuk Türbesinin bulunduğu Babadağ da 300 civarında Türk yaşıyormuş. Sarı Saltuk türbesine ziyaretimizi yaptıktan sonra Tulça’dan sonraki durağımız olan, Moldova’nın başkenti Kişinev’e hareket ettik.

Galati’ya dan Kişinev’e neredeyse üç saat süren, otobüs yolculuğu yaptığımız seyahatimizde, bir taraftan yollardaki harika manzarayı hayran hayran seyrederken, diğer yandan otobüs içindeki fıkralar ve kahkahalarla yolculuğun keyfini çıkarıyorduk. Yemyeşil doğa bize yol boyu eşlik ediyordu. Yüz kilometreye yakın dümdüz bir ovada gittik, her yer ve yol kenarları daha önceki yerler gibi yemyeşil ve yer yer koyu, derin yeşilliklerle kaplıydı.

Her taraf rüzgar gülleri ile doluydu, petrol yok ama rüzgar gülleri ile yeni bir sanayi oluşmuş ve bu sistemle tüm Moldova‘ya yetecek kadar elektrik üretiliyormuş. Uçsuz bucaksız bir düzlük, hep tarım arazisi. Bitkisel üretim ve hayvancılık geçim kaynakları. Büyükbaş ve küçükbaş hayvancılık yapılıyor. Bizim Trakya ovası gibi mısır ve ayçiçeği tarlaları çok fazla, ayçiçeği ve mısır ekimi öncelikli olmakla birlikte kavun ve kabak da en çok ekilenlerden. Taşınabilir tekerlekli, harika bir sulama tesisleri var. Kavun, kabak, biber, karpuz, elma ve lahana  tarlaları göz alabildiğince… Topraklar kara toprak ve çok verimli, adeta yok yok. Bu toprağın kil oranı çok yüksekmiş. Bataklık yerlerde sazlıklar vardı.  Genellikle toprağın yapısına göre ürünler dikilmiş. Üzücü ama maalesef bizdeki gibi anız yakma alışkanlıkları var.   Ayçiçeği ekili alanlar çok fazla ve ayçiçeği yağcılığı gelişmiş. Mısır, tütün, soya, arpa yetiştiriliyor. Mısır saçından yani püskülünden ve mısır artıklarından kâğıt yapımında faydalanarak, çok güzel bir şekilde bu atıkları endüstriyel ticaret haline dönüştürmüşler.

Kişinev üzüm bağları, şarapları ve şarap mahzenleri ile meşhur. Üzüm bağları göz alabildiğince muhteşem büyüklükteler ve sizi kendilerine hayran bırakıyorlar.  Genellikle yüksek asma şeklindeler. Üzümleri de çok lezzetli. Buradaki rüzgar sirkülasyonu üzümlerin daha lezzetli olmasını sağlıyormuş. Moldova Fransa’dan sonra Avrupa’nın ikinci şarap üreticisi ülkesi konumundaymış. Şarap mahzenlerinin 120 metre uzunluğa kadar olanları varmış ama biz gezemedik.

Kırsalda evler genellikle tek katlı, birbirinden uzakça ve mahrem şekilde yapılanmış, sanki prefabrik gibi gözüküyorlar. Evlerin çatıları kış şartlarına uygun olarak, kar biriktirmeyecek şekilde yere değecek gibi yapılmışlar. Pencereleri mavi boyalı. Genellikle aynı hizadalar ve çevreleri yemyeşil, sanki yeşillikler içinde kaybolmuşlar gibi. Yola sıfır değiller, çoğunlukla da bahçe duvarları ile çevrilmişler.  Bahçe duvarı ile yol arasında dört beş metrelik mesafe var.  Bahçelerin olmazsa olmazı çeşitli meyve ağaçları elma, armut ve çok dikilen üzüm, sayabileceğimiz meyveler arasında. Zeminler de ise çeşitli sebzeler ekili. Ağaçların ulaşılabilir yerleri de mavi boyalı.  Pek çok evin önünde çardaklar bulunuyor. Evler ve çevreleri çok bakımlılar. Ekonomik olarak gelirleri az olsa da durumları ile ters orantılı şekilde kadınlar genel olarak çok bakımlı ve süslüler. Konuştuğumuz bir Moldova’lı kadın “Biz bakkala giderken bile bakımlı olmaya dikkat ederiz “diye kendilerini anlatmıştı. Mezarlıkları da aynı şekilde çok bakımlı… Kırsaldaki evlerde şebeke suları yok, evlerin önündeki bahçe duvarının önünde su kuyuları çoğunluktaydı… Tavuk, ördek, kaz gibi kümes hayvanları besliyorlar. Ördek ve kaz sürülerini çokça görmek mümkün… Arı yetiştiriciliği oldukça önemli, çay içerken çoğunlukla şeker yerine bal kullanıyorlar. Müstakil evlerin önlerinde tezgahlar da kendi bahçelerinde yetiştirdikleri ürünlerin satışını yapıyorlardı…  

Kişinev Dinyester Nehrinin kolu olan Bic nehrinin iki kıyısında kurulmuş göller ve parklar şehri diyebileceğimiz aynı zamanda sanayi ticaret merkezi ve Avrupa’nın en yeşil başkenti. Doğu Avrupa’da bulunan Moldova, SSCB dağılmasıyla 1991’de bağımsızlığını kazandı. Muhteşem tarihi yapıları… Kadetral binaları, heykellerle dolu, yemyeşil, temiz ve geniş parkları, keyifle gezilecek yerleri. Kişinev’de elektrikli traylobüs hala kullanılıyordu. Şehrin merkezi ve çevredeki araziler çok bakımlı ve özenli…

O gece ve diğer dört-beş gece süresince Kişinev’de konakladık. Akşamları şehri gezdik. Burada sizlere hoş bir anımdan da söz edeyim. Bir akşam bir markette arkadaşım ile alışveriş yapıyorduk, kasadaki genç kız ile arkadaşım lisanda anlaşamadılar, arkamızda sıra bekleyenler vardı. Bizim söylediklerimizi onlar anladılar ama kasiyer kız anlayamıyordu, ben kıza aklın nerelerde? anlamına gelen elimi yumruk yapıp kalbime görürdüm ve sesli şekilde Türkçe “sevdalı mısın?” diye sordum. Genç kız ve çevremizde bulunanlar sözlerimi değilse de benzetmemi hemen anladılar ve yüksek perdeden bir kahkaha attılar. Demek ki dil olmasa da Beynelminel insani vücut dili, her yerde kişilerle anlaşma sağlıyor diye düşünüyordum ki daha önceki yıllarda başka bir ülkedeki gezimde yaşadığım benzeri olay aklıma geldi. Geçmişteki o gezide, gittiğimiz bir restoranda, tüm grup, yediğimiz yöresel yemekleri ve servisi çok beğenmiştik. Yemek bitince, yöresel kıyafetli çalışanlarla fotoğraflar çektirdik.  Lokantadan çıkarken, restoranın mutfağına teşekkür etmek ve yemekleri beğendiğimizi belirtmek için uğradım. Çalışanlara bizim ülkemizde yaptığımız gibi, elimin dört parmağımı birleştirerek güzel.. bravo.. işareti yaptım, hepsi de yüzüme ifadesiz şekilde, sessizce baktılar, hiçbir tepki vermediler ve sustular. Dışarı çıkınca tur rehberine olayı anlattım. Rehber” beğeni işaretini baş parmak ile yapmalıydınız” dedi. Bende geri mutfağa döndüm ve baş parmağım ile beğeni işareti yaparak “çok beğendik, teşekkürler” dedim. Bu defa herkes daha önceki davranışımı anlayamadıklarını fark ettiler. Mahçup ama coşkulu, bir kahkaha ve alkış ile benim işaretime karşılık verdiler. Öyle veya böyle sonuçta anlaşmıştık.

Sabah Kişinev’e bir buçuk saat uzaklıkta Gagavuzya’nın başkenti Komrat’taki   Komrat Üniversitesine gitmek için yola çıktık.  Kişinev ve Gagavuzya arasında yol boyu Sovyet Rusya zamanda dikilen en az yarım asırlık, çoğunluğu ceviz ve kavak olan ağaçlarla güzergah yemyeşildi. Yol kenarlarında ki bu ceviz ağaçlarının cevizlerini, yakın zamana kadar etrafta ki halkın kendilerine toplamaları serbestmiş, ama artık halk değil tüccarlar, cevizleri ticari olarak topluyorlarmış…

Kişinev ve Gagavuzya arasında belli aralıklarla küçük dua kulübeleri bulunuyordu. Gagavuzya Ortadoks Hırıstiyan inancına sahip Türklerin ülkesi. Ülkenin ismini Oğuz Türklerinden aldığı tahmin edilmekte. Günümüzde burada yaklaşık 250 bin civarında Gagavuz yaşamakta… Allah kelimesini kullanıyorlar. Orta yaştaki kişiler Türkçe konuşabiliyor, konuşmalar rahatça anlaşıyor. Ama bizlere yeni nesilde, Türkçe konuşan kişilerin sayısı sanki çok fazla değil gibi geldi. Gagavuzya Cumhuriyeti Prut Irmağı kıyısında İç içlerinde serbest, dış işlerinde Moldova’ ya bağlı yarı özerk bir ülke. Moldova’nın S.S.C.B. ayrılarak bağımsızlığını ilan ettiği, 1991 yılından sonra Gagavuzya Özerk Cumhuriyet olmuş. Ordusu yok. Başkenti ve en büyük şehri Komrat. Şehirde pek çok güzel tarihi ve masalsı yapılar, yemyeşil büyük parklar ile çeşitli heykeller görmek mümkün. Zengin bir ülke değil ama sakin, çekici, küçük bir ülke.

Gagavuzya Komrat Üniversitesinin kuruluş aşamasında Ülkemizin de katkısı olmuş. Üniversitede,  o zamanki Cumhurbaşkanımız olan Sayın Süleyman Demirel’in resminin ve bayrağımızın bulunduğu bir anı köşesi yaparak, Türkiye’ye teşekkürlerini ve minnettarlıklarını sergilemişler. Bu anı köşesini görünce çok mutlu olduk. Komrat Üniversitesi yeni ve güzel bir üniversite. Eğitimi son derece ciddiye alıyorlar. Herkes görev disiplini içinde, keyifle çalışıyor. Türkleri çok seviyor ve ilgi duyuyorlar. Çok yardımseverler. Üniversite mensupları bizleri çok güzel karşıladılar. Rektör ve Gagavuz Cumhurbaşkanı ile hemen hemen tüm bürokratlar açılış töreni için oradaydılar. Konuşmalar yapıldı. Törende Türk konukseverliğini, geleneklerini, halk oyunları gösterilerini ve yöreye has ikramlarını sundular. Gençler bizi üniversitenin kapısında, yöresel kıyafetleriyle, ellerinde özel yapılmış, değişik şekilli, süslü ve büyük boy yöresel ekmek çeşitleri ile karşıladılar. İçeride yiyecek-içecekler için ayrıca sunum standtlarını da hazırlamışlardı. Geleneklerine çok bağlılar, çok candan ve misafirperverlerdi. Çok duygulandık.

Bir gün de tüm grup Gagavuzya’nın geleneksel yaşantısını anlatan Komrat’a bayağı uzak, Beşelma köyünün müzesini gezmeye gittik. Bizi müzenin kapısında yöresel kıyafetlerini giymiş, Türkçe konuşan görevli kadınlar karşıladı. Müze müdürü de Türkçe konuşan bir kadındı. Bizlere Türkçe anlatarak, çeşitli el sanatlarını ve aletlerini, kullandıkları tarım aletleri ile o dönemlerde kullanılan araç- gereçlerin sergilendiği, çok iyi düzenlenmiş yaşayan köy müzesini bizzat gezdirdi. Her sorumuza detaylı cevaplar vererek, kendi yaşantıları hakkında bilgilenmemizi sağladı.. Ayrıca Otantik düzenlenmiş bir salonda Gagavuzya tarihini anlatan oldukça üzücü, kısa bir filimde seyrettik. Gagavuzya tarihi hakkındaki aklımızdaki bilgilerde, böylelikle daha iyi şekilde yerli yerine oturdu. Müzede oraya gelir olsun diye, çeşitli yöresel oyuncaklar da yapıp satıyorlardı.

Gün içinde kongre çalışmaları bittiği zamanlarda da yorgunluk atmak ve şehri tanımak için peyder pey, Komrat’ı gezdik. Gagavuzya’nın halkımızla olan pek çok benzerliğinin yanı sıra düğünleri de bizdeki gibi Cuma günü başlayıp Pazar günü sona eriyormuş. Komrat’ın merkezinde bulunan, çevredeki yerli halkın kendi ürettikleri, az miktarda ki ürünlerini sattıkları pazarı da var. Satıcıların önlerindeki masalarda kendi imalatları olan turşular, sirkeler, bal, fazla olmayan üçer -beşer kiloluk peynir çeşitleri ve yerel mevsim meyveleri vardı.  Temizlenmiş tavuklar tezgahların üstünde, poşetsiz ve açıkta satılıyordu. Burada konuştuğumuz, pazarcılar oldukça yoksuldu.. Halkı bizlerle çok ilgililerdi.

Komrat’ta bir gün  eşim ve üç-dört samimi arkadaşımızla beraber, öylesine şehri geziyorduk. Yürürken büyük bir meydana geldik, orada çok güzel tarihi bir yapı vardı. Biz, “Bu ne binası acaba?” diye konuşurken, baktım karşıdan on sekiz- yirmi yaşlarında, uzunca boylu, Slav ırkı özelliklerini taşıyan,  güzel bir genç kız geliyordu ona doğru yöneldim ve “Merhaba! Bu bina neresi  acaba?” diye Türkçe sordum. Türkçe konuştuğumu duyan genç kız Türkçe cevap verirken birden, bana çok içten ve çok sıcak bir şekilde sarıldı ve sanki yıllardır tanışıyormuşuz da görüşememişiz, akrabaymışız gibi özlemle yanaklarımdan öptü. Sonrada eşim ve diğer arkadaşlarıma da sarılıp öpüştü. Ayaküstü, Türkçe epeyce sohbet ettik ve çok mutlu olduk. Ayrılırken o da, bizlerde çok duygulandık. “Demek ki kan çeker dedikleri bu olsa gerek” diye kendi aramızda epeyce konuştuk.

Moldova ve Gagavuzya’nın yemek kültüründe pasta çok tüketiliyor. Kahvaltıda cheese kek, dışı pestilimsi içi çikolatalı tatlılar, sütlaç gibi ikramlar, yine içi muhallebili yada reçelli, dışı pudra şekerli börek gibi milföy hamurundan değişik şekilli tatlılar, renkli kurabiyeler, sıcak sütlü yulaf ezmesi, yoğurt ve bizim Laz Böreğimize benzeyen tatlı çeşitleri  en çok tükettiklerinden… Bulunduğumuz süre içinde öğlen yemekleri Türk lokantasında  yenildi. Akşamları Kişinev’deki otelde de bizim Türk yemekleri ikram edildi…Adana şiş, ayran, tırnaklı pide, lavaş, lahana sarması, soğanlı yeşil mercimek çorbası gibi.

Kaldığımız süre boyunca her sabah Kişinev’den Komrat’a git-gel yaptık. Bu gidiş -geliş ile üç saat süren yolculuklarımız, kongre süresince, bu şekilde devam etti. Bu günlük seyahatlerimiz şahane manzaralar eşliğinde şarkılarla, türkülerle, anlatılan güzel anılarla, fıkralarla, çok keyifli geçti ve bizleri hiç yormadı.

Kongrenin son günü de Komrat Üniversitesi mensupları açılış da olduğu gibi kapanışta da çok güzel ev sahipliği yaparak bizi çok duygulandırdılar, mutlu ettiler, heybemizdeki pek çok anıyla ve yine güzel bir törenle Kişinev’e uğurladılar.

Aksiliklerle başlayan yolculuğumuz yaşanılan güzel hatıralara yerini bıraktı.  Tarih-Coğrafya ve kültür bakımdan oldukça verimli, yeni dostlukların kurulduğu, eski dostlarla özlemlerin giderildiği, güzel bir seyahatin daha sonuna geldik ve hoş duygularla, Kişinev’den İstanbul’a doğru yola çıktık.

Yazıdan Kaynak Gösterilmeden Kısmen veya Tamamen Alıntı Yapılamaz.

Kaynaklar:

T.C. Köstence Başkonsolosluğu, www.costanta.cg.mfa.gov.tr

Tur Rehberi.

Katkılarıyla; Sn. Dr. Öğr. Üyesi Süleyman Ünüvar ve Sn. Dr. Öğr. Üyesi Yüksel Babanınoğlu’na teşekkürler 

Tema Tasarım | Osgaka.com